Ankara, Nuh Yılmaz’ı Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed rejimiyle on yılı aşkın süredir kopuk olan ilişkilerin ardından Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak atadığını duyurduğunda; bu karar, uzun bir dairenin kapanıp bir yenisinin açılması gibi göründü. Zira Suriye dosyasına sert araçlarla dâhil olan ülke, bugün istihbarat okulunda yetişmiş, diplomasinin koridorlarında deneyim kazanmış ve kamu söylemi oluşturma sanatında ustalaşmış bir ismi gönderiyor.

 

O, üç farklı tecrübeyi birleştiren bir kişi: güvenlik haritalarını bilen bir el, başkentlerin diline hâkim bir dil ve siyasetin bu bölgede yalnızca güçle değil, aynı zamanda onun hakkında anlatılan hikâyeyle de yürüdüğünü gören bir bakış.

 

Peki, Türkiye’nin Şam’daki yeni büyükelçisi Nuh Yılmaz kimdir?

Gölgeden aydınlığa

Nuh Yılmaz, Türk diplomatları arasında tanınan bir isimdir. Her ne kadar mesleki yolculuğu Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) koridorlarında başlamış olsa da, kısa sürede görev ve tecrübelerini çeşitlendirerek diplomatlarla yolları kesişti. 2010’ların ortalarına gelindiğinde, teşkilat bünyesinde Stratejik Analiz Birimi’nin başına geçmiş, kurumun medya ve iletişim alanındaki ilk yapılanmasını yönetmişti. Bu görev, bilginin üretimi ile onun anlatısının kurulmasını birleştiren nadir bir konumdu. Yılmaz, kamuoyu karşısında teşkilatın gayriresmî yüzü olarak görülüyor, hassas operasyonlar hakkında titizlikle hazırlanmış anlatıları koordine ediyordu.

15 Temmuz 2016 gecesi, ordudaki bir grup isyancı darbe girişiminde bulunduğunda, krizi kontrol altına almak için harekete geçen yetkililer arasında Yılmaz da vardı. Ayrıntıların çoğu gizli kalmakla birlikte, resmî raporlar, istihbaratın akşam saatlerinde Genelkurmay’ı uyardığını ve televizyon ekranlarıyla sokaklarda süren çatışmalar sırasında bilgi akışını yönettiğini doğrular. Ertesi sabah darbe girişimi çökmüştü. O gece, Türk güvenlik çevrelerinde Yılmaz’ın imajını pekiştirdi: stratejik sezgiyle soğukkanlılığı birleştiren bir adam olarak.

Bu deneyim, onun zihninde “anlatı kontrolü” dediği fikri kökleştirdi: Bir devlet, kendi hikâyesini elinde tutuyorsa, zaferi ilk kurşun sıkılmadan da kazanabilir.

Sonrasında Yılmaz, gölgelerden ışığa çıktı: Dışişleri Bakanı’nın başdanışmanı, ardından da Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (SAM) başkanı oldu. Washington’daki SETA Vakfı’nın şubesini yönettiği dönemde tanıyanlar için bu geçiş doğaldı; zira Yılmaz, istihbarat ile akademi, cami ile medya, Doğu ile Batı arasında geçiş yapmaya alışkındı.

İletişim alanında doktora sahibi olan Yılmaz, SAM’de görev yaptığı dönemde diplomatlara “hibrit diplomasi çağı” dediği bir anlayışı kazandırmak için projeler yürüttü. Bu anlayışta, devletin geleneksel araçları; bilgi savaşları ve yumuşak köprüler kurma stratejileriyle iç içe geçer.

Bakan Yardımcısı… Suriye adında bir dosya için

2024 yılına gelindiğinde, Nuh Yılmaz’ın donanımı Türkiye’nin en zorlu dış politika dosyalarından biri olan Suriye için adeta biçilmiş kaftan görünüyordu.

O yılın yazında Cumhurbaşkanı Erdoğan, onu Suriye dosyasından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak atadı. On beş yıllık bir savaşın ardından Suriye artık kurtuluşa hazırlanıyordu. 2024’ün sonlarında Beşşar Esed, “Saldırıyı Caydırma” adı verilen askerî operasyonun ardından Rusya’ya kaçtı; ülke, geçiş sürecine girdi. Türkiye bu dönemi, modern çağın en yıkıcı savaşlarından birinden çıkan komşu ülkeyle ilişkilerini yeniden düzenlemek için bir fırsat penceresi olarak gördü. İşte bu noktada Yılmaz, Türkiye’nin Suriye politikasının mimarı rolünü üstlendi; istihbaratın keskinliğiyle diplomasinin zarafetini birleştirerek.

Bakanlık binasında güvenli bir kanatta yer alan ofisinden Suriye geçiş süreci koordinasyon birimini yönetiyordu. Farklı bakanlıklardan uzmanları bir araya getiriyor, kuzeydeki grupların mozaiğini gösteren haritalardan uluslararası konferans öncesi incelikle hazırlanmış basın söylem noktalarına kadar her detayı planlıyordu. Yardımcılarından birinin ifadesiyle, “aynı anda hem güvenlikçilerin dilini hem de barış inşa edenlerin dilini konuşabiliyordu.”

Görev alanı genişti: Rusya ve ABD ile yürütülen arka kanal görüşmeleri, YPG ve Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) geleceğine ilişkin çalışma grupları, mültecilerin dönüşü için düzenlemeler, yaptırımlar ve yeniden inşa dosyaları.

Washington’la yürütülen görüşmelerde odak noktası, IŞİD’le savaşta rol alan Kürt “SDG” yapısının akıbetiydi. Yılmaz, bu güçlerin Suriye ordusuna entegre edilmesi ya da düzenli biçimde tasfiyesi için formüller aradı. Moskova ile ise iki başlıkla ilgilendi: yeniden inşa ve geri dönüş. Astana görüşmelerinde, Türkiye’deki milyonlarca Suriyelinin güvenli dönüşünü sağlamak amacıyla ortak komiteler kuruldu; dönüş bölgelerinde güvenlik, konutlar için uluslararası finansman ve savaşçıların sızmasını önleyecek denetim mekanizmaları oluşturuldu. Yılmaz, mülteci meselesine insani sorumluluk ile ulusal çıkar arasında hassas bir dengeyle yaklaştı.

Ailesinin bir asır önce Balkanlar’dan göç hikâyesini hatırlayarak, Türkiye’deki 3,6 milyon Suriyelinin varlığını hem ahlaki bir görev hem de sorumlulukla yönetilmesi gereken bir yük olarak tanımlıyordu.

Barış diliyle konuşuyor… ve anlatıyı yönetiyor

Eş zamanlı olarak Yılmaz, Türkiye’nin Suriye üzerindeki yaptırımların kademeli kaldırılmasına ve Suriye ekonomisine yeniden geçiş yolları açılmasına yönelik katkısını da yönetti. Uluslararası platformlarda, tecridin radikalizmi beslediğini savunuyor; Şam’daki siyasi değişimden sonra ABD ve Avrupa’dan gelen kısıtlamaları hafifletme sinyallerini memnuniyetle karşılıyordu. Bu adım, Suriye’nin altyapısına yatırım yapılmasını mümkün kılacaktı. Onun en dikkat çekici başarısı ise, siyasi-kalkınma odaklı bir takas düzenlemesiydi: Türkiye, Avrupa finansmanı ile Suriye içinde yürütülecek yeniden inşa projelerini (hastaneler, okullar, enerji şebekeleri) destekleyecek; karşılığında Avrupa, Suriyeli mültecilerin yeniden yerleştirilmesi için doğrudan mali katkı sağlayacaktı.

Ancak tüm bunlar Yılmaz’a istihbaratın öğrettiği bir dersi unutturmadı: kalıcı tehdit her zaman vardır. “IŞİD” kalıntılarına, Kürt örgütlerine ve olası güvenlik geri tepmelerine karşı daima tetikte kaldı. 2025 yılında birçok sabah, erken uçuşlarla Gaziantep ya da Kilis’e gidiyor; orada askerî ve istihbarî birimlerle toplantılar yapıyordu.

Kamuoyu önünde umut dolu bir ton koruyordu: “Suriye, tüm Suriyelilerin evidir.”, “Türkiye, çözümün ortağıdır.” Ama derinlerde her zaman gerçekçiydi: “Sert güç” denklemin bir parçasıdır, ancak bu güç, siyasi bir barışın hizmetinde olmalıdır.

Hikâyenin silahı

Diplomasi sahnesine girmeden önce Nuh Yılmaz bir yazar ve düşünürdü. 2000’li yılların sonunda Washington’daki SETA şubesini yönetmiş, İslamcılık ve Türk dış politikası üzerine seminerler düzenlemişti.

O dönemde “İslami realizm” olarak tanımlanan bir yaklaşımıyla tanındı; bu kavram, realizmin soğukkanlılığını dinî ve kültürel kimliğin yumuşak gücüyle birleştiriyordu. Yılmaz’a göre, inanç ve anlatı, bazen gücün tek başına başaramadığını başarabilir.

Foreign Policy dergisinde yayımlanan bir makalesinde, Türkiye’yi “seküler” ve “İslamcı” kutuplar arasında gidip gelen bir ülke gibi resmeden Batılı kalıpları eleştirerek şöyle yazmıştı:
“Gerçek şu ki Türkiye bu ikilikleri çoktan aştı. Biz yeni bir anlatı yazıyoruz — camilerle alışveriş merkezlerinin, sandıklarla minarelerin bir arada var olduğu kendine özgü bir Türk sentezi.”

2017’de “İslam’da Tasvir Yasağı Söylemi” adlı Türkçe kitabını yayımladı. Eser, tarih ile felsefeyi buluşturuyordu: Müslüman toplumlarda görsel temsilin siyaseti nasıl şekillendirdiğini  Osmanlı sancaklarından IŞİD videolarına kadar  inceliyordu.

Şöyle yazmıştı:
“Görselliğin çağında yaşıyoruz; tek bir görüntü, bir füze bataryasından daha fazla olayların seyrini değiştirebilir.”

Kitaptaki en çok alıntılanan cümle, adeta Yılmaz’ın hayatının mottosu hâline geldi:
“Kalpler ve zihinler yeni savaş alanlarıdır; hikâyeler ise en güçlü silahlarımız.”

Bu sözler onun için soyut akademik laflar değildi; mesleki pratiğine dönüşmüştü. IŞİD’le mücadele yıllarında, örgütün propagandasına karşı sağlam dini içerikler üretmeye yönelik çalışmaları bizzat yönetti. Diplomasi sahnesinde ise, Washington’dan Moskova’ya, Kamışlı’dan Hatay kamplarına kadar herkesin bir hikâyesi olduğunu fark etti. Onun görevi yalnızca çıkarları müzakere etmek değil, bu hikâyeleri yeterince içine alan bir ortak anlatı kurarak uzlaşının zeminini örmekti.

Suriye anayasası sürecinde onunla çalışan bir Avrupalı diplomat, Yılmaz’ı şöyle tanımlamıştı:
“O, bir şairin kalbine ve bir liderin aklına sahip; barış girişimlerini onur ve kurtuluş diliyle kuruyor  muhataplarına dokunan kavramlarla  ama bunları sağlam güvenlik teminatlarıyla da destekliyor.”

 

Yumuşak gücü devlet güvenliğiyle harmanlamak

Nuh Yılmaz’ın ikili kimliği, kişisel detaylarında da kendini gösteriyor. Elli yaşlarında, sakin bir mizaca sahip; her sabah namazını aksatmıyor ama aynı zamanda bir film repliği ya da bir Fransız filozofundan alıntı yapabiliyor.

Bazı dostları bu bakış açısını “Anadolu realizmi” olarak adlandırıyor: kültürel gurur ve tarihsel anlatıya kök salmış bir gerçekçilik. Yılmaz’a göre din ile milliyetçilik birbirine zıt değil, aksine birbirini tamamlayan iki güçtür. “Kendi hikâyesine güvenen bir millet, diplomaside de daha başarılı olur,” diyor eski bir SETA arkadaşı ondan alıntı yaparak. Bu anlayış, 2016 sonrasında Türkiye’de güçlenen ruh haline de denk düşüyor: köklü bir İslami kimlik ve güçlü bir devlet. Dindar bir insan olan Yılmaz’ın masasının üzerinde küçük bir Atatürk büstü bulunuyor; sanki modern cumhuriyetin iki direğiyle kendi özel barışını –ve stratejisini– kurmuş gibi.

Suriye’ye büyükelçi olarak atanması, bu sentezin en büyük sınavı olacak. Çünkü gireceği ülke derin yaralarla ve karmaşık dengelerle dolu: Şam’da yeni bir cumhurbaşkanı, yerel ateşkesler, dolaylı biçimde seçilmiş bir parlamento ve kapsayıcılığa dair sorular… Sürgündekiler bekleyişte, gizlenen terör unsurları hâlâ mevcut, yabancı ordular ise sahneyi gölgeliyor.

Bu dosya tam Yılmaz’ın tarzına uygun ama risklerle yüklü. Şam’daki yeni yönetime, Türkiye’nin bir vesayet değil ortaklık anlayışıyla geldiğini anlatmak; temkinli Suriyelilere, Ankara’nın geçmişte muhalefete verdiği desteğin bugün Suriye’nin birliğine saygıyla sonuçlandığını göstermek; aynı zamanda ülkesinin çıkarlarını korumak zorunda: PKK bağlantılı Kürt isyanlarının yeniden canlanmasını önlemek ve bölünmeyi engellemek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri nettir: “Suriye’nin parçalanmasına izin vermeyeceğiz.” Yılmaz’ın görevi ise bunu güçle değil, ikna ile kanıtlamaktır.

Nuh Yılmaz sadece bir büyükelçi değildir; şekillenmekte olan yeni bir Türk yaklaşımının sembolüdür. Onun istihbarattan dışişlerine uzanan kariyer çizgisi, devletin temel dersini anlatır: güvenlik ve diplomasi aynı madalyonun iki yüzüdür. Suriye’de savaş alanlarını müzakere masalarına dönüştürdü, toplantıları birer tabur gibi örgütledi; yol boyunca hep hikâyenin gücüne inandı: umutsuzluk ve bölünmeye karşı onuru ve ortak bir vizyonu sunmak gerektiğine.

Bir meslektaşına Suriye dosyalarını kapatırken şöyle demişti:
“İnşallah en zoru geride kaldı.”
Sonra, gerçekçiliğin serinkanlılığıyla eklemişti:
“Ama tetikte olmalıyız… barış her gün yeniden işlenir.”

Nuh Yılmaz, yıllar sonra Suriye’nin kırılgan barışının ayakta kalıp kalmamasıyla değerlendirilecek. Şimdilik, büyükelçi olarak başladığı bu yeni yolculuk, onu buraya getiren anlatısal bir kavisi hatırlatıyor: Türkiye’nin son on yıldaki hikâyesine benzeyen — fırtınalı, yenilenen ve inançla yoğrulmuş bir hikâye.

 

Kanynak:

https://www.noonpost.com/339673/

Kategori

Yazar

Yazıyı paylaşmak ister misiniz?