Tunus’ta başlayan ve kısa zaman içerisinde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki birçok ülkeyi etkileyen “Arap Baharı”, Batılı başkentler başta olmak üzere dünyanın birçok noktasındaki karar vericiler, analistler ve medya tarafından bölgeye demokrasi getirebilecek bir değişim rüzgârı olarak ele alındı. 2011’de başlayan ve sonrasında domino etkisi yaratan protesto gösterileri Tunus ve Mısır’da rejim değişikliğine yol açsa da sıra Libya ve Suriye’ye geldiğinde sonuçları beklendiği gibi olmadı. Libya’da Kaddafi, Suriye’de ise Esad rejimine karşı başlayan gösteriler sert karşılık buldu.
Mart 2011’de reform talepleri ile Dera’da başlayan Esad karşıtı protestoların temel hedefi Esad rejimini reforma zorlamaktı. Ancak 1963 yılından bu yana Baas Partisinin iktidarda olduğu ve baba ve oğul Esad dönemlerinde daha da köklü hale gelen rejimi dönüştürmenin, demokratikleştirmenin ve normalleştirmenin kolay olmayacağı Dera’daki protestocuların keskin nişancıların hedefi olması ile anlaşılmaya başlamıştı. Nitekim uzun yıllardır ülkeyi yöneten Esad rejimi, orduyu, bürokrasiyi ve sistemin kilit yapı taşlarını kendi çıkarları ile uyumlu olacak şekilde kurgulamış ve kendisine bağımlı bir yapı inşa etmiştir.
Hama başta olmak üzere önceki dönemlerde rejimin aleyhine gelişen protesto gösterilerine verilen kanlı ve sert yanıtlar, rejimin baskıcı ve otoriter yüzünün en dikkat çekici örnekleri olarak hafızalara kazınmıştır. Nitekim 2011’de protestoların başladığı Dera’da rejimin reform taleplerine verdiği yanıt da benzer yöntemlere dayanmıştır. Dera’da göstericilerin üzerine ateş açan silahlı unsurlar, tarihler 16 Şubat’ı gösterdiğinde ise kenti ağır bombardımana tutmuştur. Bu durum rejimin protestolara şiddetle yanıt vereceğinin en önemli göstergesi olmuştur. Nitekim gösterilerin ülke çapına yayılmasına karşılık, rejim geniş çaplı tutuklamalar, silahlı saldırılar, şiddet, işkence gibi yöntemlere başvurmaya başlamış, kısa süre sonra şehirler ve kasabalara yönelik tankların, ağır teçhizatlı araçların ve askeri unsurların dahil olduğu saldırgan bir yanıt verilmeye başlanmıştır.
Bu dönemde uluslararası toplumdan gelen çağrılar ve BM’nin “çözüm arayışları” (Annan Planı) karşılık bulmazken, protesto gösterileri de kısa zaman içerisinde yerini silahlı çatışmaya bırakmıştır. Nitekim rejimin artan saldırgan tutumuna karşılık, muhalif gruplar da hem siyasi hem de askerî açıdan örgütlenmeye giderek karşı yanıt vermeye çalışmıştır. Bu dönemde ABD, Avrupa Birliği, Körfez ülkeleri ve Türkiye, Ürdün, Katar gibi komşu ülkeler de muhalefetin örgütlenmesine destek vermeye başlamıştır. Özellikle Ağustos 2011 sonrası dönemden itibaren rejimin artan saldırıları nedeniyle Batı dünyası Esad’ın meşruiyetini kaybettiğini dile getirmeye başlamış ve muhalif gruplara yönelik desteğini artırmaya başlamıştır.
Bu gelişmelerin de gösterdiği gibi Suriye’deki protestoların kısa sürede iç savaşa evirilmesi ve başta Dera, Humus, Şam ve Halep’te yoğunlaşan çatışmalar bölgesel ve küresel güçlerin politika ve duruşunu etkilemiştir.
Bu çalışmanın temel amacı Ağustos 2011’den itibaren Suriye iç savaşına giderek daha fazla angaje olan iki büyük gücün, ABD ve Rusya’nın attığı adımların, çatışmanın ve katliamların seyrini nasıl etkilediğini analiz etmektir. Çalışmanın temel iddiası Washington ve Moskova’nın siyasi ve askeri eylemlerinin ve niyetlerinin Suriye savaşının genel seyrini önemli ölçüde etkilediğidir. Nihayetinde BM Güvenlik Konseyi üyesi olan, aynı zamanda bölgedeki gelişmeler üzerinde doğrudan etki etme kapasitesine sahip iki gücün rekabeti, savaşın ve insani krizin daha da derinleşmesine yol açmıştır.
Aktörlerin süreçteki seyri
Öncelikli olarak uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması açısından önemli bir mekanizma olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini elinde bulunduran aktörler, söz konusu yetkilerini küresel barışın sağlanması yerine değil genel olarak çıkarları doğrultusunda kullanagelmiştir. Küresel alanda rakip olan aktörlerin söz konusu veto yetkisini birbirine karşı bir enstrüman olarak kullandıkları Suriye iç savaşı ile birlikte daha da net anlaşılmıştır. 2011 yılının ortalarında Esad rejimini gayrimeşru ilan eden ve muhalifleri destekleme kararı alan ABD, İngiltere ve Fransa ile rejimin en önemli iki müttefiki konumunda olan Rusya ve Çin, Suriye’de devam eden krize çözüm bulmak yerine ülkedeki insani krizin daha da derinleşme stratejisi ile hareket etmiştir. Bunun en önemli göstergesi ABD ve müttefikleri tarafından BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan tasarıların Rusya ve Çin tarafından veto edilmesidir.
Diğer taraftan ABD, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye’deki krize çözüm bulma noktasında yeterli iradeyi göstermekten ziyade söz konusu krizi, Suriye rejimi ve destekçileri ile rekabet için araçsallaştırdıkları da iddia edilebilir. Bu gelişmeler Suriye’deki gelişmeleri bir iç kriz olmaktan çıkarıp uluslararası bir krize veya başka bir ifade ile ABD ile Rusya’nın baskın olduğu bir rekabet alanına dönüştürmüştür. Soğuk Savaş döneminden tanıdığımız bu rekabet ortamının yeniden görünürlük kazandığı Suriye savaşında hem ABD’nin hem de Rusya’nın birincil hedefi kendi ulusal çıkarlarını korumak ve çatışma ortamındaki gelişmelere yön vermek olmuştur. Başka bir ifade ile ne Washington yönetiminin ne de Moskova’nın temel amacı söz konusu çatışmayı minimize etmek ve çatışmanın en büyük kurbanı haline gelen sivilleri korumak olmamıştır. Bu durum her iki aktörün de politika ve söylemleri dikkatle incelendiğinde net bir şekilde anlaşılmıştır.
Nihayetinde çatışmanın ilk döneminden itibaren her iki ülkenin de ikircikli ve çıkar odaklı davrandığı iddia edilebilir. Tarihsel süreç içerisinde Batı ile sorunlu ilişkilere sahip olan ve daha çok Moskova ve Tahran’ın başını çektiği blokla yakın ilişkileriyle bugüne gelen Suriye’de olası bir rejim değişikliği başlangıçtan itibaren Washington ve Batı dünyasının çıkarı ile uyumlu bir senaryo olarak değerlendirilmiştir. Bu senaryonun politik boyutunda Moskova’nın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden birini, İsrail’in güvenlik endişeleri bağlamında İran’ın önemli bir müttefiki olan Esad rejiminden kurtulma önceliği bağlamında “değerli bir kazanım” olarak görülebilir. Moskova ve Tahran açısından ise Suriye’de olası bir rejim değişikliği bölgedeki çıkarlarının zarar görmesi anlamına geleceği için rejime mutlak destek sağlamayı sürdürmüşlerdir.
ABD Başkanı Obama, Ağustos 2011’de yaptığı açıklamada Esad’ın gitmesi gerektiğini deklare etmiş, 2012 yılında da rejimi gayrimeşru ilan ederek diplomatlarını geri çekmiştir. Bu girişimler her ne kadar Washington’un rejime yönelik tutumunu giderek sertleştirdiğini gösterse de Washington, daha çok siyasal seviyede seyreden bir tepkisel söylemi öne çıkarmıştır. Nisan 2011’de uygulanmak istenen ancak başarısız bir girişime dönüşen Annan Planı’na destek veren Washington, sonraki dönemlerde artan sivil katliamlarına ve uluslararası boyut kazanmaya başlayan göç konusuna siyasal zeminde yaklaşmaya devam etmiş ve olası müdahale tartışmalarına mesafeli yaklaşmıştır. Buna karşılık Rusya ve İran ise rejime siyasi, askeri ve lojistik desteğini sürdürmeye devam etmiştir. ABD’nin Suriye politikası ve hedefleri net ve tutarlı olmazken, Rusya’nın temel hedefi rejimin devamı çerçevesinde net olmuştur. Nitekim 2012’nin ortalarına gelindiğinde Washington yönetimi “Esad gitmeli” söylemini terk etmeye ve siyasi çözüm odaklı bir söylemi öne çıkarmaya başlamıştır. Hiç şüphesiz bu politika değişimi Obama yönetiminin belirsiz Suriye politikasının devamı niteliğinde olmuştur. Savaşın başından itibaren “bir adım ileri iki adım geri” atan Obama yönetimi, çok aktörlü savaşın önlenmesine veya çatışma dinamiklerinin düşürülmesine dönük net bir tutum takınmamıştır.
Washington’un bu tutumu rejimi ve destekçilerini daha da cesaretlendirmiş, rejimin saldırganlığını artırmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2012’de birinci Cenevre görüşmesi başladığında BM verilerine göre on binlerle ifade edilen ölüm rakamları ve 100 bini aşan göç akını, sonraki yıllarda daha da artmaya devam etmiştir. ABD’nin belirsiz ve ikircikli tutumunun bir diğer göstergesi ise “uçuşa yasak bölge-güvenli bölge” taleplerine mesafeli davranmasıdır. Bu yaklaşımı tamamlayan bir diğer gelişme ise Obama yönetiminin rejimin Suriye’de yürüttüğü kanlı saldırılara karşı harekete geçme şartını kimyasal silahların kullanımı şartına bağlamasıdır. Kimyasal silahların kullanılmasını “kırmızı çizgi” olarak ilan eden Obama yönetiminin bu şartı temelde rejimin saldırganlığı ve giderek derinleşen krizin çözümüne yönelik doğrudan bir ilgisinin olmadığının da göstergesidir.
Bir anlamda rejimin her türlü konvansiyonel silahı kullanarak sivilleri öldürmesini ve şehirleri bombalamasını sessizce izlemeye devam edeceklerinin deklerasyonu olmuştur. Rejimin 2011 yılından itibaren sürdürdüğü sınırsız şiddet nedeniyle 20 binden fazla insanın öldüğü, 200 bini aşkın insanın ülkeyi terk ettiği, 2,5 milyonun insani yardıma muhtaç hale geldiği 2012’nin ortalarında, ABD’nin sergilediği bu tutum, rejimi sınırlandıracak bir girişimin yapılmayacağının öncü işaretleri olmuştur. Nitekim Ağustos 2013’te rejim güçleri Doğu Guta’da kimyasal silah kullandığında Washington yönetimi çektiği “kırmızı çizgiyi” de aşındırmış ve müdahale seçeneği yerine Moskova’ya Suriye’de alan açacak bir girişime müsaade etmiştir. Obama yönetimi, kimyasal silahların Suriye’nin dışına çıkarılması iddiası çerçevesinde Moskova’nın arabuluculuğunu kabul ederek anlaşmaya varmıştır. Ancak sonraki yıllarda da rejim sivillere karşı kimyasal silah kullanmaya devam etmiştir. ABD’nin binlerce insanın ölümüne neden olan iç savaşın etkilerinin azaltılması ve sivillerin korunması için uçuşa yasak veya tampon bölge oluşturulması taleplerine mesafeli yaklaşması da Washington’un üç tarz-ı siyasetine bir örnektir.
Diğer taraftan 2012 ve 2013 yılları aynı zamanda muhalefetin rejim karşısında büyük ilerleme kaydettiği ve hakimiyet alanını genişlettiği bir dönem olmuştur. Böylesi bir ortamda Batılı ülkelerin muhalefete verdikleri destekleri azalttıkları ve yeniden değerlendirdikleri görülmektedir. Hiç şüphesiz bunun temel nedenleri Suriye muhalefetinin dışında gelişen ancak muhalefetin bizatihi Batı tarafından etiketlendiği iki önemli gelişme ile ilişkisi bulunmaktadır. Birincisi Irak’ta yaşanan gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Otorite boşluğunun ve istikrarsızlığın hakim olduğu Irak’ta hızla hakimiyet alanını genişleten DEAŞ’ın burada sahip olduğu imkanları da kullanarak Suriye’ye geçmesi ve burada da etkin olmasıdır. Bir diğer sorun ise Mısır’daki askeri darbe sonrası Suriye muhalefetine destek veren aktörlerin farklı politikalara yönelmesidir. Hem Irak hem de Mısır’da cereyan eden gelişmeler, kısa süre içerisinde Suriye’de de etkisini hissettirmiş ve Batılı aktörler, Suriye muhalefetini “ılımlı muhalifler” ve “radikal muhalifler” ekseninde ayrıştırmaya başlamış ve bu çerçevede muhalefete sağladıkları desteği minimize etmeye başlamıştır. İkinci bir gelişme ise Mısır darbesinde farklı pozisyonlarda yer alan aktörler de Suriye’de destekledikleri muhalefeti kontrol etmeye odaklanmış bu durum muhalefetin koordinasyon içerisinde hareket etmesini zayıflatarak bölünmesine yol açmıştır. Bunun yanında muhalif grupların da kendi içerisinde ayrışması da 2013’ün sonlarına gelindiğinde muhalefet saflarında bir bölünmeye neden olmuştur.
İç savaşın ve istikrarsızlığın artmaya başladığı 2014 yılında Suriye’de ölü sayısı 150 bine yaklaşmış, 3 milyonun üzerinde sivil yaşadıkları yerleri terk ederek komşu ülkelere sığınmıştır. Bu dönemde yerlerini değiştirmek zorunda kalanların sayısı ise 6 milyona yaklaşmıştır. Bu ortamda düzenlenen Cenevre görüşmelerinin ikinci ve üçüncü turlarından da bir çözüm sağlanamamıştır. Nitekim üçüncü Cenevre görüşmelerinin düzenlendiği 2016 yılına gelindiğinde ölenlerin sayısı 250 bine ulaşmıştır. Bu tarihte mülteci durumuna düşenlerin sayısı ise 6 milyona çıkmıştır. BM ve ABD’nin öncülük ettiği Cenevre görüşmeleri çözüm sunmaktan ziyade iç çatışmanın uzamasına ve büyük aktörler arasındaki rekabetin derinleşmesine zemin hazırlayan bir platform haline dönüşmüştür.
ABD’nin Rusya ile Suriye’yi “kimyasal silahlardan arındırma” noktasında uzlaşıya gitmesi, 2013 yılından itibaren Moskova’nın Suriye’deki angajmanını genişletmesine imkân sağlamaya başlamıştır. İç savaşın başlangıcından itibaren rejime siyasi ve askeri destek sağlayan ve bölgede bulunan Tartus üssü üzerinden bölgesel çıkarlarını korumaya odaklanan Moskova, 2013 sonrası sahadaki gelişmeleri de kendi çıkarına kullanmaya başlamıştır. Bu noktada DEAŞ varlığı hem Moskova’nın hem de Washington yönetiminin Suriye politikasında bir aparat haline gelmiştir. Obama yönetimi yeni dönemde muhaliflere desteğini keserken, bunun yerine PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ile ortaklığa varan bir iş birliğine yönelmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren hem Batı hem de Washington, muhalif grupları ve Suriye’deki direnişi radikalleşme tartışmalarına feda etmiştir. Suriyeli sivillerin karşı karşıya kaldığı şiddetin gözardı edildiği bu dönemde, Washington için desteklenebilir durumda olan gruplar “ılımlı muhalefet” kalıplarına sıkıştırılmaya ve neredeyse muhalefetin tamamının dışlanmasına neden olmuştur.
DEAŞ ile mücadele çerçevesinde hem Washington hem de Rusya, Suriye’de askeri olarak da yer almaya başlamıştır. Washington yönetimi kurduğu uluslararası koalisyon çerçevesinde Eylül 2014’ten itibaren DEAŞ hedeflerini vurmaya başlarken, Moskova yönetimi de Eylül 2015’ten itibaren Suriye’ye askeri birlikler göndermeye başlamıştır. Rusya’nın Suriye krizine aktif olarak dahil olması ile birlikte rejim güçleri gücünü konsolide etmeye başlamış ve saldırganlığını artırmıştır. Soğuk Savaş döneminden bu yana Suriye ile köklü bir ilişkiye sahip olan Rusya açısından Esad rejiminin devamı çıkarları için büyük bir öneme sahip olmuştur. 2011 yılından itibaren rejime yoğun destek veren Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine gelen tasarıları da veto ederek Suriye’nin baskılanmasının önüne geçmiştir. 2012 yılından itibaren Tartus Deniz Üssünü güçlendirmeye başlayan Rusya, rejimin askeri ve lojistik ihtiyacını da karşılayan en önemli aktörlerin başında gelmiştir. 2014’ten itibaren iç savaşa daha fazla angaje olmaya başlayan Rusya, 2015 yılında Lazkiye’de bulunan hava üssündeki varlığını da artırmaya başlamıştır. Suriye’deki askeri varlığını güçlendirmesinin ardından savaşa fiilen dahil olan Rusya, rejimle birlikte hava saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Suriye’deki savaşa dahil olma nedenini her ne kadar DEAŞ ile mücadele söylemi üzerine inşa etse de Rusya’nın asıl hedefi muhalifleri zayıflatmak olmuştur. Özellikle Hama, Humus, İdlib başta olmak üzere muhaliflerin etkin olduğu bölgelere yönelik hava saldırılarında hem siviller hem de muhalifler hedef alınmıştır.
Rusya’nın çatışma sürecine dahil olmasının bir diğer sonucu ise, Suriye sahasının fiili olarak iki büyük gücün rekabet alanına dönüşmesidir. ABD, PYD/YPG’ye verdiği destekle Suriye’nin kuzeyinde varlığını güçlendirirken, Rusya ise rejim ve destekçileri ile birlikte Suriye’nin geriye kalan bölgelerinde etkisini güçlendirmeye odaklanmıştır. Rusya’nın iç savaşa fiili olarak dahil olması ile birlikte Suriye’deki ölüm oranları da giderek artmaya başlamıştır. Suriye Politik Araştırmalar Merkezinin (SCPR) verilerine göre Suriye’de ölüm oranları Şubat 2016’ya gelindiğinde 470 bini aşmıştır.
Rusya’nın ve rejimin saldırgan yüzünün en önemli simgelerinden biri de Halep kuşatması olmuştur. Hava saldırıları ve yoğun bombardıman sonucu birçok yeri yerle bir eden Rusya ve rejim güçleri 2016’nın sonlarına doğru Doğu Halep’i kuşatma altına almıştır. 2012’nin ortalarından itibaren yoğun çatışmaların yaşandığı Halep’te 2015 sonrası dönemde rejim güçleri, İran yanlısı milisler ve Rusya’nın hava saldırıları nedeniyle büyük çaplı bir yıkım yaşanmıştır. Temmuz 2016’da kuşatmaya alınan şehir, rejimin ve Rusların hedefi olmuştur. Aralık 2016’ya kadar devam eden yoğun saldırıların ardından Halep’in kuzeydoğusu rejimin eline geçerken, yaklaşık 25 bin sivil Türkiye’nin arabuluculuğu ile 13 Aralık’tan itibaren tahliye edilerek İdlib’e geçmiştir. Halep şehri hem artan sivil kayıplar hem de şehrin ağır bombardıman sonucu yok olması nedeniyle iç savaşın simgelerinden birine dönüşmüştür.
Halep’in yoğun saldırılar sonucu düşmesi iç savaşta da önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu döneme kadar Cenevre’de devam eden müzakerelerden bir sonucun çıkmaması, buna karşılık, Türkiye, Rusya ve İran’ın çözüm noktasında Halep’te yaşanan tahliye süreci çözüm noktasında da yeni bir platformu gündeme getirmiştir. Kazakistan’ın ev sahipliğinde Ocak 2017’de yapılan Astana görüşmeleri, ateşkes sürecini gündeme getirmiştir. 2017 sonrası dönemden itibaren çatışmanın yoğunluğunun düşmeye başladığı Suriye’de diyalog süreci içinse üç farklı insiyatif öne çıkmaya başlamıştır. Bunlardan ilki olan ve ilk olarak 2012’de başlayan Cenevre görüşmelerinde çözüme yönelik girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 2017’ye kadar BM öncülüğünde 8 ayrı zirve düzenlenirken, siyasi çözüm noktasında ilerleme sağlanamamıştır.
Halep’teki tahliye süreci ile birlikte Türkiye, Rusya ve İran’ın garantörlüğünde başlayan Astana görüşmeleri ise iç savaşın sona erdirilmesine kesin bir çözüm sağlayamazsa da insani yardım, tahliye süreci, tutuklu ve esirlerin serbest bırakılması ve çatışma yoğunluğunun düşürülmesi noktasında önemli bir işlev görmüştür. Kasım 2017’de ilki düzenlenen Soçi Zirvesi ise üçüncü bir çözüm mekanizması olarak öne çıkmıştır. Sonuncusu Ağustos 2022’de gerçekleşen Soçi zirvesinde ülkede siyasi çözüm ve istikrarın sağlanması temel hedef olarak belirlenmiştir.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) verilerine göre iç savaşının başladığı 2011 yılından bugüne ülkede en az 610 bin kişi öldü, 13 milyonu aşan insan evsiz kaldı. BM verilerine göre ise bu rakam 350 binin üzerindedir. Tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birinin yaşandığı Suriye’de ABD ve Rusya’nın çözüm bulmak yerine siyasi ve askeri alanda rekabeti öne çıkarması ve insani krizin derinleşmesine yol açan eylemlerde bulunması hiç şüphesiz yaşanan katliamlarda sorumluluklarının olduğunu göstermektedir. BM Güvenlik Konseyi başta olmak üzere çözüm için var olan mekanizmaları, Cenevre gibi platformları siyasi çıkarları çerçevesinde kullanan söz konusu aktörler, çözümün önündeki en önemli sorunlardan biri olarak öne çıkmıştır. ABD’nin 13 yıllık Suriye siyasetinde net bir politika üretememesi, terör örgütleri ile hareket ettiği bir ortamda milyonların hayatını etkileyen bir insani krizi çözmeyecek bir denklem kurması, buna karşılık Rusya’nın rejimle birlikte şehirleri ve sivillerin yaşadığı alanları bombalaması siyasi ve hukuki sorumluluk doğurmaktadır.