Suriyeli ressam Sawsan Witty. Esasen Biyoloji öğretmeni. Suriye’nin kuzeyinde küçük bir kasabada dünyaya gelmiş. Aydın bir ailede yetişmiş. Şu anda İstanbul’da yaşıyor. 2 evladı var. 10’lar Medya olarak, Suriyeli ressam ile, sanat hayatını, sanatçı bir anne olmanın hissiyatını, unutamadıklarını ve İstanbul’u konuştuk.
Suriyeli sanatçı, kısa zaman önce Paris ve Roma’yı ziyaret ettiğini, İstanbul’un hepsinden daha güzel bir şehir olduğunu belirtiyor ve “İstanbul’un kuşları ve ağaçları yeter. İstanbul’un kuşları ve ağaçları yeter” diyor.
Öncelikle hayat hikayenizi ve hayatınızda var ise dönüm noktalarını, nasıl bir çocukluk yaşadığınızı ve ailenizi bize anlatır mısınız kısaca?
Suriye’nin kuzeyinde küçük ve eski bir kasabada doğdum. Güzel ve dağlık bir kasabaydı. Ama büyüdükçe, gittiğim diğer şehirleri daha çok sevmeye başladım. Hayatımın çoğunu, Suriye’nin büyük şehirlerinde geçirdim. Doğduğum o küçük kasaba, siyasi açıdan hareketli bir yerdi. Çok fazla siyasi parti ve taraf vardı. 1964 yılları. Dayılarım “komünistti”. Kültürlü ve aydın bir çevrede büyüdüm. Dedem çok saygın bir adamdı. Onu hep iyi hatırlarım, çok severdim. Nasırcı idi. Çok okuyan bir ailede büyüdüm. Ben de bu ailede büyüdüğüm için henüz 6 yaşından itibaren okumaya başladığımı hatırlıyorum. Küçük yaşta büyük kitaplar okudum. 8 yaşından önce Victor Hugo okuduğumu hatırlıyorum. Notre Dam’ın kamburunu henüz o yaşlarda okumuştum. Sonrasında hayatım Halep’te devam etti. Halep’te üniversitede biyoloji okudum. Resim sevgim ise doğuştandır. Bu öyle bir şey ki, insanla doğar. Şam bize uzaktı, Halep yakındı. Halep’teki üniversitelerde sanat bölümü yoktu. O yüzden üniversitede biyoloji bölümü okudum. Tabiat ilimlerini de çok seviyordum o yüzden bu bölümü seçtim. 18 yaşına kadar Halep’teydim. Halep’teki eğitim sonrası hayatım Şam’a intikal etti. Evlendikten sonra Şam günleri başladı. Şam… Şam benim kalbimin en özel şehridir. Ben tam bir “Şam aşığıyım.” 2012 yılına kadar Şam’da yaşadım. Büyük şehirleri ben daha çok seviyorum. Sonra 2012 yılında, ben, eşim, kızım ve oğlum, rejime muhalif olduğumuz için İstanbul’a göç ettik.

Biraz resim dünyanızdan bahseden misiniz?
Resim, her zaman benimleydi. Benimle doğdu. Resim benim bir parçam. Anne olduktan sonra resim ile meşguliyetimi biraz erteledim. Çocuklarım 18 yaşına gelene kadar aktif olarak resimle uğraşamadım. Benim şöyle bir düşüncem vardı, çocuklarım kendi hayatını şekillendirene kadar benim birinci önceliğim onlar, sonra onlar kendi yollarını çizince ben sanatıma daha çok eğilecektim. Öyle de oldu. Onlar büyüdükten sonra kendimi tam anlamıyla resme verdim, tüm vaktimi resim yaparak geçiriyordum. 14 yıldır hemen hemen bu şekilde uğraşıyorum.
Hafızanızdan silemediğiniz bir anınız var mı?
Şam’ı terk ettiğimiz günü unutamıyorum. Evimizi, kapıda arabamızı, bize ait ne varsa her şeyimizi arkamızda bırakıp vatanımızdan ayrıldığımız o günü unutamıyorum. Şam’ı, en sevdiğimiz şehri bırakıp çıktık. Bu anı tarif etmek çok zor.
Ressam bir anne olmak… Daha doğrusu sanatçı bir anne olmak… Bunu tanımlamak isteseniz ne söylersiniz?
Sanat, insanı diğer insanlardan uzaklaştırıyor bu doğru. Ben o yüzden birinci önceliğimi çocuklarıma verdim. Önceliğim onları büyütmek, sonra sanatıma yoğunlaşmaktı. Kitabımın ithaf kısmında şöyle yazıyor:
“İşe,
değerlere,
sevgiye ve
kızım Lana ile oğlum Basim’e…”
Onlar benim hayatımın en değerli varlıkları. Birinci önceliğim onlar. Sanırım sanat ikinci sırada geliyor.

Sizin İstanbul’unuzu sormak istiyorum. Bu şehri sizin gözünüzden dinlemek istiyorum.
İstanbul ile ilgili daha önce bir kitapta şöyle bir söz okumuştum: “İstanbul’un güzelliği başdöndürücü.” Gerçekten öyle. Bu şehre kim gelirse aşık olmaması mümkün değil. Arap ya da Acem, fark etmez. Ben de gerçekten çok sevdim. İstanbul’un kuşları ve ağaçları yeter. En çok onları seviyorum. Dünyanın başka hiçbir yerinde İstanbul’un kuşları gibi kuşlar yok. Yaklaşık bir ay önce Paris’e gittim. Orada dikkat ettim de hiç kuş yok. İstanbul, Roma’dan da Paris’ten de daha güzel. Dünyanın en güzel şehri. Benim İstanbul hissiyatım bu.
Sanatınız ve mesleğiniz açısından Türkiye ya da İstanbul’da olmak size ne kattı?
Sanat açısından bu sorunun iki yönü var. Eğer ben Şam’da olsaydım, sanat açısından her şey çok daha kolay olurdu, bu şüphesiz. Çünkü oradaki her şeyi biliyordum. Ama Türkiye’de bu iş zor. Tür kurumlarına gitmek, sanat çevrelerinde kabul görmek… Önümde Türk sanatçılar var, daha çok fırsata sahip olan genç sanatçılar var. Ama tüm bunlara rağmen, tabii ki burada bulunmak bana sanatsal açıdan çok şey kattı. Her şeyden önce burası küresel bir şehir, metropol. Sanat burada daha çeşitli, daha renkli. Burada bulunduğum için sanata bakış açım daha farklı hale geldi, daha güçlü hale geldi. Burada her ne kadar zorlansam da manevi anlamda daha güçlü hale geldim.
Suriye’den gelen insanlar belli bölgelerde oturuyor genelde. Fatih, Başakşehir gibi. Genelde ofis olarak tuttukları mekanlar da birbirine yakın. Bu bağlamda siz Suriyeli sanatçılar ya da aydınlar olarak kendinizi yalnız hissettiniz mi? Yoksa siz de sanatçılar/aydınlar olarak sık sık bir araya geliyor musunuz?
Sanatsal açıdan şunu söylemeliyim; sanat bireyseldir. Sanatı tanımlayacak olsam ilk söyleyeceğim şey bireyselliği, ferdiyetçiliği olur. Sanatsal bir ürün ortaya koyacaksanız, bireysel hareket etmek zorundasınız. Arapların belli mekanlarda toplandığı doğru, ama ben buna biraz karşıyım. Ben kendi okumamı kendim yapmak isterim, kimsenin beni yönlendirmesinden hoşlanmam. Ya da belli bir çizginin altında ilerlemek istemem. Hakikati ve manayı kendim aramayı tercih ederim. Bireysel olarak, ferdi olarak arayış halindeyim. Bunun büyük bir istek olduğunun farkındayım ama bu böyle. Bu nedenle uzleti tercih ederim. Sanatta da bireysel, müstakil olmayı tercih ederim. Tekrar ediyorum, sanat katıksız bireyselliktir. Her insanın içinde bu yalnızlık, uzlet isteği vardır. Ama ben vaktimi alacak çoğu insanla sürtüşmeden soyutlanıp okumayı, çalışmayı tercih ederim. Aklım beni her zaman üretmeye götürür. O yüzden uzlet benim için en önemli şeylerden biridir.

Eserlerinizde genel olarak fark ettiğim kadarıyla kırmızı saçlı bir kadın var. Nedir bu kırmızı saçlı kadının hikayesi?
Okumaya küçük yaşlarımda başladım. O zaman hep aklımda kalan bir şey vardı. Sanatçının, eserinde kesinlikle bir “parmak izi” ya da “imzası” olmalıydı. Belli bir çizgisi. Kitabımda Mahmut Derviş’in bir şiiri var. Şiirde diyor ki;
“لا بد لي من نرجس
لأكون صاحب صورتي”
*Editör notu: Şiirde Mahmud Derviş’in ifade ettiği mana şudur: Bir imza sahibi olmam için, benim bir nergisim olmalıydı.”
Bu dizelere ithafen ben de eserlerime bu şekilde kendi imzamı atmış oluyorum. Resimlerde kırmızı saçlı bir kadın var ve benim de saçım kırmızı. Bu rengi 15 yıldır kullanıyorum. Resimlerdeki kadınlar benim ruh halimi yansıtıyor. Hepsi benim ruh halimden ibaret. Bazen farkında olmadan çiziyorum bunu. İşte o kırmızı saçlı kadın, benim eserlerimdeki parmak izim.
Kitabımın adı “Güzellik mi daha kadim yoksa mana mı?” Çok geniş bir soru aslında. Bana göre sanatta önemli olan güzelliktir. Yüzyıllar öncesinde filozoflar şöyle diyor, güzellik ahlak ile tanımlanır. Önemli olan güzellik diyorum çünkü bizi manaya ulaştıracak olan o sanattaki güzellik. Mesela bir tablo bizi bir manaya iletmiyorsa, o tablo güzel değil demektir. Ayrıca o sanat da değildir. Bu bağlamda yedi sanatın da ahlaktan ibaret olduğunu düşünüyorum.